Türk ordu mızıkasının aşağı yukarı 2000 yıl öncelerine kadar gitmekte olduğu ve ondan önceleri ise efsanevi söylentilele dayandığı anlaşılmaktadır. Müzik tarihinin ilk safhaları, doğu medeniyetiyle ilgilidir. Vurma çalğılardan başka üfleyerek uyumlu hale getirilen sığır boynuzu veya midye ve benzeri deniz hayvanlarının kabukları gibi maddeler, ilk kavimlerin perdesiz boru çalğıları olmuştur. Daha sonraları madenleri işlemek suretiyle tunç veya pirinçten yapılan çeşitli cins borular kullanılmaya başlanmıştır. Kutsal kitaplarda ilk boru dökümcüleri konu edilmektedir. Savaş günlerinde öttürülen gümüş borular anlatılır.
Milattan önceki devirler için Çin kaynakları, milattan VII yüzyıl sonrası için Orhan yazıtları ve yazılı bir söylentiye göre konuşan Kaşgarlı Mahmutun Türkçe Sözler Divanı ve en son olaraq XII yüzyılda Farsça bir metin, ilk Türk ordu mızıkasının (şimdi harabeden ibaret) Asfanın Kuça ve Balaşagun gibi merkezlerinde faaliyet göstermiş olduğunu bildirmekte ve bu Türk ordu mızıkasının kidem ve üstünlük unsurlarını saymaktadırlar.
Türk ülkesi olan Balasagun tuğ takımlarının askeri mızıka göreneği sırasıyla; Karahanlılarda, Abbaslılarda, Harzemşahlarda, Büyük Selçuklu Imparatorluğunda, Anadolu Selçuqlarında, Ilhanlılarda, Memluklarda devam ettiği kibi, Selçuklular zamanında “Mehterhane-i Hakani” denilen ordu mızıkası, Osmanlı Imparatorluğunda Tabl-i Alem Mehterhanesi adını almış ve resmi adıyla da “Tabl-ı Al-i Osman Mehterhanesi” olarak, kuruluş ve çalışmaları kanunlara bağlanmış, müzik prensipleri tespit edilmiş, bir devlet kuruluşu olaraq tanınmıştı.
XVI yüzyılda Osmanlı ordusunun 9 katlı mehterhanesi, Macarıstandaki Budin Kızılelma Sarayında yapılan şenlikler için Budin kalesindeki yerinde nevbet (konser) veriyordu. Bu tarihlerde Avrupada ise batı bandoları henüz gelişmemişti. Alman ve Isveçre alaylarında küçük birer tambour (trampet) takımlarıyla eşlikli fifrelerin kullanılmakta olduğu görülüyor ve Fransız ordusuna da XVI yüzyıl ortalarında geçmiş bulunuyordu. Kral XVI Louis zamanında, ordu musikisini düzenleyen bir yönetmelik vardı.
1683te Kral Louisin bakanlarının da etkisiyle, yayınladığı bir emirname ile “çok harcamalardan kurtulmak için boru (trompet, trampet ve fifre) takımlarının azaltılması” yoluna gidilmiştir. Bu Tarihlerde henüz bando kuruluşu olmayan Ingiltere, ordu musikisinden yoksundu. 1693te Londraya yakın Shatham Dz. P.Tümeninde küçük bir fifre-tramper takımı vardı. Bu takım, tümenin bir alayında bulunan Yzb. Villiam Prince tarafından, kendi bölüğünde çalışmak üzere tertip edilmiş iki pikola ve iki trampetten ibaretti. Bu takım, morali etkiliyor ve faydalı oluyordu. Bu sebeple gittikçe geliştirildi ve Kraliyet mızıkası bir çekirdek oldu. Nitekim, 6 Haziran 1773te, kralın donanmayı denetlemesi sırasında çalmak üzere, Spitheade götürülmek için Sheernessdaki Orpheus gemisinde görev almış olduğu, Chatham Dz. P.Tümeninin kayıtlarından anlaşılmaktadır.
Birtakım müzik aletlerinin daha ortaya çıkmasıyla, Ingiliz ve Alman bandolarının ancak 1780 yılında halka konserler vermeye başladıkları bilinmektedir. Bu takımlarda kullanılan enstrümanların çeşitleri de pek çox degildi: 2 klarnet, 2 korno, 2 faqot, 1 trompet, 1 tambur ve 1 davuldan oluşmaktaydı. Fransızlar da aynı aletleri kullanmaya başlamışlardı. Ek olarak bir de trombon vardı.
Türk orldusunun, Osmanlı zamanında Asya, Afrika ve Avrupadaki fetihleri sırasında düşmanlardan saysız ordu çalğıları ele geçirilmiş ve bunlar Istanbula getirilmiştir. Bu yabancı sazların hiçbiri begenilip kullanılmış değildir. Buna karşılık Avrupalılar, Türk sazlarının çoğundan faydalanmışlardır. Üstelik arma olarak, Türk ordu mızıkası sembolü olan, yarı tuğ biçimi olup zillerle donanmış ve püskülerle süslenmiş hilali şekliyle “çevqan” adını taşıyan müzik aletini, bundan yarım yüzyıl öncesine kadar kendi bandolarında kullandılar. Bu arma bugün de Alman ordusunda saygın yerini korumaktadır.
XVI yüzyılda askeri mehterhaneler, çalışmalarını sürdürürken, yeni asker kitaları için 1820de Fransız usulü tambur-majör denilen boru ve trampet takımlarının da orduda teşkili yoluna gedilmişti. Türklerde halk diliyle (Tranzimat yıllarında) trampet takımı adını taşıyan bu takım, 1955e kadar boru ve trampetten ibaretti. (Bu takımda kısa bir süre için fifre denilen küçük flüt de kullanılmıştır).
1826da yeniçeriligin kaldırılmasıyla, Nizam-ı Cedid askerlerinin yeni eğitimli yürüyüşlerine ayak uyduramayacağı anlaşılan mehterhanelerin de kaldırılması üzerine; yerine, 1827de batı sistemi mızıkaların konulmasına karar verildi. Osmanlı hükümdarı II Mahmut sarayda teşkil edilecek “Müzika-i Hümayun”a bir mızıka baş ustası aranmasına, Sardunya Elçiliğini aracı etti. Elçiliğin tavsiyesi üzerine, o sırada Elbe Adasında bulunan Napoleon Bonapartın bando şefi, italyan uyruklu Giuserre Donizetti, yarı mülteci durumunda Istanbula getirilerek, yeni sistem ordu mızıkalarını kurmakla görevlendirildi. Albaylık rütbesiyle işe başlayan maestro Donizetti, sarayda yetişdirdiği haremlik ve selamlik bando ve orkestralarından başka orduya mızıka elemanı yetiştirmek üzere, 1831de Askeri Mızıka Okulunu da açarak ordu bandolarının çalıcı ve yöneticilerini yetişdirmişti. Ölümünden bir yıl önce tuğgeneralliğe yükselen Donizetti Paşa, Italyan ve Fransız ordularında da daha önce 20 yıl kada
r şeflik yapmışdır. 1788de Berqame şeherinde dünyaya gelen Donizetti Paşa, Türkiyede 28 yıl hizmetten sonra 12 Şubat 1856da Istanbulda ölmüştür.
Cumhuriyet devrinde, tümen komutanlıklarında görev yapan bandolar, muzik çalışmalarını yürütürken, alay katındakı birliklerde de boru ve trampet takımları çeşitli hizmetler yapmaktaydılar.
1954te bando birlikleri kadrolarına da alınan boru ve trampet takımları, bando için yazılmış borulu marşları birlikte seslendirmeye başlamışlardı. Böylece, yalnız kulağa hitap etmekle olan askeri müzik, bandonun, boru ve trampet takımı eşliğiyle yapılan birtakım gösteri hareketleriyle, gerek askerin ve gerek halkın gözüne de hitap etmesi bakımından önemli bir değer kazanmayı da sağlamış oldu. 1955te boru ve trampet takımları için (yeni bir buluş olarak) yazılan marşlarda, davul ve zile de yer verilmiş olduğundan, Genelkurmay Başkanlığının 5 Temmuz 1955 tarihli emriyle, yeni şekil esasına göre kadrolanan boru ve trampet takımlarına ayrıca davul ve zil katılması, boru ve trampet takımlarının seslendirme faaliyetlerini artırmış oldu.
Borunun tarihçeis
Boru, eski okunuşlarıyla borı, borquy, kurrenay ve Arapçadan alınan nefir, hepsi aynı sazdır. Boru çalanlara borizen veya nefiri denilirdi. Boruzen tabirine 1499 yılındakı bir kayıtta rastlanılmaktadır.
Boru, Türkçe bir kelimedir. Boruyu Selçuklu Hükümdarı Alparslanın bulduğu söylenmektedir. Türklerin XII yüzyılda kullandıkları boruya “nay-ı Turki” deniyordu. Eskiden tunçtan yapılan boruların, Osmanlılar devrinde pirinçten yapıldığı anlaşılıyor. Nay-ı Turki, Hata ve Huten Türklerinin kullandığı birbuçuk arşın uzunluğunda bir borudur. Düdük gibi delikleri vardır ve bir kattır. Başı deve boynu gibi eğridir, sesi gürdür. Osmanlı mehterhanesinin çaldığı borular, sarı pirinçten yapılıyordu. Bu borular, yalnız Osmanlı mehterhanesine özeldi. Kırım hanlarının mehter takımlarında ise, Efrasiyab borusu denilen başka çeşit bir boru kullanılıyordu. Adına kurrenay denilen bu boru, Acem ve Osmanlı mehterhanelerinde çalındığı bilinen, uzun ve gittikçe genişleyen madeni iri bir borudan oluşmaktaydı. Bu saz, gerçek mehter sazı olmayır Osmanlılarda kullanılmıştır. Kurrenayın Hindistanda, Türkistan ve Iranda karna, kerena, kürrenay gibi çeşitli söylenişleri vardır: Farsça kaynaklardak
ı nefesli sazlarla ilgili bilgiler arasında şu açık notlar vardır. Türk ve Aceme ait korrenay, Efrasiyabın buluşudur. (Efrasiyab, Orta Asiyada yaşayan bir Türk hakanıdır. Türkçe adı Alp Er Tongagadır). Şahney ve nay-ı Turki diye anılan bu boru, savaşlarda da çalınmaktaydı.
XII yüzyıl sonlarında Nizaminin Farsça bir beyitinde şöyle deniyor: “Nay-i Türktden öyle bir ses çıktı ki Türklerin boğazını çoş-u huruşa gtirdi”. Öte yandan bir Çin kaynağında, adı geçen deve boyunlu çalğının perdeleriyle Türk kökenli olduğu da belirtiliyor. Bizde bu aletler üzerinde duran Evliya Çelebi: “Pirinç borunun piri Efsaniyabdır ki kurrenayı bulmuştur. Kırım hanları alaylarında çalınır” diyor. Kurrenay, tunç ve gümüşten de yapılırdı. IV Sultan Murat, Revan Hanı ile Revandan getirtmişti. Bu saza bir de Kara Harman kalesinde rastlanmıştı. Daha önce bir çalıcı ile birlikte Irandan geldikten sonra hükümdar tarafından mehterbaşı emrine verilmiş, o da Kara Harman kalesine göndermişti.
Mehterin kendi ahengine uyqun özel boruları vardır.
XVII yüzyılda Istanbul unkapanında dükkanı olan üstat bir saz yapıcısı, sarı pirinçten, şimdi bildiğimiz boruları yapmaktaydı. Bu borulardan olmak üzere Istanbulda 40 sazendenin boru çaldığı biliniyor. Osmanlı mehterhane borusu resimlerde perdesiz olarak görülmektedir. Delikleri yoxdur. Ağızlıktan itibaren ince ve düz olarak uzanır, ileride bir boyun ile kıvrıldıktan sonra geriye düz olarak gelir, tekrar kıvrılır ve önceki kıvrımının hizasını geçtikten sonra, ağız genişleyip açılarak boru son bulur.
Boru çalınırken sağ elin kavraması yeterlidir. Altı mehterlerin boruzenleri, boş kalan sol elleri ile atın dizginlerini tutarladı. Sesler dudak haraketleriyle çıkarılırdı. Boruda peşrev çalınmazdı. “Zurnada peşrev olmaz” sözünün doğrusunun “boruda peşrev olmaz” şeklinde bir XVII yüzyıl deyişi olduğunu Evliya Çelebiden öğreniyoruz. Peşrev çalmayan boruların semai ve başka havaları da çalamayacağı bellidir. Bugünkü perdesiz borulara bakarak eski boruların kırık akorlar halinde boru sesleri çıkardığını düşünebiliriz.
Borular, mehterde kullanıldıklarından başka özellikle bir yönden başka bir yöne göç eden askerler için de “göç borusu” olarak çalınırdı. Boru ile haber vermek, Türklerde çok eskiden beri bulunmakdadır. Iskenderin Türküstana yürümesi üzerine, Türk hakanı Şu, tuğ çaldırarak (askeri mızıka) göç etmişti. Islamiyetten önce ve sonra göçebe–atlı Türk hayatında çok önemli yeri olan göçü Türklerin önceden musiki ile haber verme yolunu kullandıkları anlaşılıyor.
Selçuklular zamanında hükümdar bir yere giderken borular çalarlardı. Sultan Izzettin Keykavus, Sinop tarafına hereket ederken “filhal sultan ayağını özengiye koyup bindi ve nefirler ve borular çalındı” deniyordu. 1566de Lala Hüseyin Paşa, Anadolu askerini Belqrattan Istanbula götürmek emrini almış ve “borusunu çaldırıp Istanbula göçmüşlerdir” denilmektedir. XVII yüzyılda kara ordusunda ve donanmada, bir yerden haraket edilirken borular nefir-i irtihaller “nefir-i rihletler” denilen göç havasını çalıyorlardı. Osmanlı ve Kırım mehterhanelerinde göç sırasında yalnız boru çalındığı gibi, boru kös birliği ile de göç havası çalınabiliyordu. Daha da geri gidilerek askeri mehterhane borularının çaldığı “göç borusu” geleneği, Iskender çağında Asyanın Balasındakı türk hakanı Şunun göç havası çaldırarak göç etmesine, Dede Korkut kitabındakı “boru urılıb” göçülmesine dayanır.
XVIII yüzyılda Avrupa ordusunda işaret vermek için kullanılan borular, “sığnalhom, çornetta siqnale” (sinyal borusu) adını almış ve çıkarabildiği seslerin sayısı az olduğundan ordudakı işaret görevinin dışında ancak boru takımlarından yürüyüş parçalarını seslendirmekte kullanılabilmişti. Batı müziğinde kullanışına örnek olarak Stanfordun “The Last Post” ile Ethell Smytin “The Parisonu” gösterilebilir. Her ikisi de korolu olan bu eserlerde ölülere askeri veda selamı (işareti) için boru kullanılmıştır.
Osmanlı Imperatorluğu zamanında askeri mehterhaneler yanında 1820de yeni asker kitaları için ayrıca (Fransada örnek alınan trampetlerle birlikte) bir de (tambur–majör) denilen boru takımları oluşturulmuştu.
Halen ordu birliklerinde bulunan boru ve trampet takımları, kuruluş tarihleri olan 1820den 1955e kadar (Fransız repertuarından alınmış) birkaç parçalık sayılı ölçüdeki marş notalarını seslendirmekten daha uzağa gidememişti. 1955te (Genelkurmay Başkanlığında görevli) Tek. Mzk. Öğretmeni Fethi Saçalanın (boru ve trampet takımlarının islahı hakkındakı yazılı tekliflerinin Genelkurmay Başkanlığınca uyğun görülmesi üzerine), bestelediği sinyal ve yürüyüş marşlarıyla boru ezgilerindeki yenilikleri, ordu için çok faydalı görülmüş ve böylece, boru ve trampet takımı repertuarının yeniden düzenlemesinde önemli yer tutmuştur.
Davulun tarihçesi
Davulun başka adları; köbürge, küvgür, tuğ, tavul, tabıl (babl)dır. Davul çalanlara davulçu, tabilzen, tabbal gibi adlar verilirdi. Davul, Türklerin kullandığı en eski musiki aletlerindendir. VIII yüzyılda köbürge, daha sonraları tuğ ve XI yüzyılda küvrüğ adını almıştır.
Davul, silindir biçiminde olup tahta veya madeni kasnağın iki yanına gerilmiş derilerin bağlanmasından meydana gelir. Omuza asılacak kaytanı ile vurulmasında kullanılan tokmak ve ince değnekten ibarettir. Mehterde ve halk arasında çalınan davullar, bu şekilde tokmak ve değnekle çalınır. Bando ve boru–trampet takımlarında kullanılan davullar ise değneksiz olarak yalnız ön tarafına tokmakla vurularak çalınır.
Davul, çok uzaklardan duyulabilecek bir ses gücüne sahiptir. Uzakta çalan bir takımın yaklaştınça ilk duyulan sazı davuldur. Davul, mehterhanelerde ritmleri en iyi vurabilen bir sazdır. Ses gücü ve ritmleri iyi belirtmesinden dolayı insanın taşıdığı en güclü sazlardan biridir.
Davulun, müzikte kullanılmasından başka, haber aracı olarak çeşitli işlerde kullandığı zamanlar olmuştur. Yalnız başına ilan ve haber verme işlerinde, bekar odalarında, hanlarda, şehirlerde, akşam kapilar kapanırken, yanqın haberinde, fetih haberinde, savaşta dağılmış askeri bir araya toplamakta, divar kuruluna haber vermek işlerinde, askeri saf düzeni alınmasını işaret etmekte ve kale kuşatmalarında düşman tağımlarının yerini bulmakta kullanılmış olduğu bilinmektedir.
Çeşitli işlerde kullanılan davulun aldığı görevler:
Tabl-ı beşaret,
Tabl-ı asayış,
Tablmı cenk veya saf,
Tabl-ı cenk-i harbi,
Tabl-ı derbent,
Tabl-ı orduğah nöbetleri,
Tabl-ı yangın haberleri,
Tabl-ı lağım bulma.
Tabl-ı Beşaret
Bir kale fethedildiği zaman çalınan davula verilen isimdir. Fetihler, fatihleri olan hükümdarlar tarafından fetihname veya beşaretname denilen mektuplarla komşu hükümetlere ve yurt içindeki şehirlere bildirilirdi. Fetih haberi alan şehirlerde, kalelerde fetih şenlikleri yapılırdı. Tabmı beşaret denilen davul çalınması da bu anlamdadır. Mısır seferinde Tumanbay ele geçirildiği zaman Yavuz Sultan Selimin huzuruna “tabl-ı beşaret” gümbürtüleri ve top gürültüleri arasında törenle çıkarılmıştı.
Tabl-ı Asayış
Savaşta gece bastırınca askerin dağılarak birbirinden ayrı düşmemesi için çalınan bir ritmdir. Asayiş davulu çalındıktan sonra çarpışmaya son verilir, herkes olduğu yerde kalır ve etrafa karakollar kurularak sabah olması beklenirdi.
Tabl-ı Cenk veya Saf
Savaşın başladığı anı belirlemek için çalınan davul tarafından yapılan bir çalış biçimidir. Bazen köşün (kös, tek derili olup madeni büyük bir kase üzerine gerilen deve ve benzeri hayvan derileriyle kaplı, iri bir çift tokmağı olan büyük duvallara denir.) katılmasıyla da çalındığı olurdu. Saf vuruşu çalındığında asker, bir çeşit savaş düzeni olan saf oluşturur ve bu şekilde savaşa girilirdi. Bundan böyle, XVI yüzyılın sonlarına kadar savaşlarda saf oluşturularak davulların ve köslerin saf usulü vurması devam etmiştir.
1402de ankara Savaşında Sultan Yıldırım Beyazıt, Timura karşı savaşa başlarken saf çalınıyordu: “Sultan Beyazıt sancakları çözdürdü. Kösler çalındı, saf–ber–saf bağlandı”.
Fatih Sultan Mehmet, Kara Buğdan kazasında, “Padişah buyurdu: Hey gaziler ne durursunuz, qayret-i islamdır. Ve illa saf saf olup alaylar bağlansın” dedi.
Tabl-ı Cenk-i Harbi
Biten savaştan sonra divan toplantısını haber vermek için çalınan davullara tabl-ı cenk-i harbi denir. 1456da Varnada, baskıncı Kazaklar yenilgiye uğradıktan sonra cenk-i harbi davulları ile divan kurulmuştu. “Bade Paşanın seraperdesi gelüp cümle orduyu islam tınab tınabe çataçet kurulup, cenk-i harbi tabılları döğdürüp divan-ı padişahi oldukta” ifadeleri kayıtta mevcuttur.
Tabl-ı Derbend
XVII yüzyılda kervansaraylarda, hanlarda ve bekar odalarında ve şehir kapılarında, yatsıdan sonra kapılar kapanacağından kimsenin içeri alınmaması veya dişarı çıkarılmaması veya dişarı çıkarılmaması için verilen işaret üzerine çalınan davullardır. Bu yüzyılda Malatyada bekar odalarında, Rumelide sınır kalelerinde, Tatvanda davul çalınıp kapılar örtülürdü. Tatvanda eskiden Süleyman Han (Kanuni zamanında) “Zal paşa burada müfid ve muhtasar bir kala bina ettürüp derbend çalınır olmuştu”.
Tabl-ı Ordugah Nöbetleri
Ordugahı koruyan karakol erlerinin ve kalelerde nöbet bekleyen erlerin uyumaması için için çalınan davullardır. Bu davullar çalarken yektir Allahdiye bağırırlardı. Mahmut Şevket Paşa da bunu şöyle bildiriyor: “Orduğah ve kalada asker hal-i teyakkuz ve intibah üzere bulundurmak için davul çalınır idi. Tablzen davul çaldıkları vakit ara sıra yektir Allahdeyü bağırırlar ve davulu ol vezinde çalarlar idi” demektedir.
Tabl-ı Yangın haberi
Istanbulda Ağa Kapısıındaki yangın köşkünden görülen yangınlarda çplınan davullardır.
Tabl-ı Lağım Bulma
Kale kuşatmalarında düşmanın, kale duvarlarını yıkmak için lağım kazıp kazmadığını anlamaya yarayan hassas davullara denir. Bunlar, yere dikili iki ağac üzerine oturtulur ve üstüne çomağı bağlanır. Tokmak titrerse düşmanın kazma faaliyetinde bulunduğu anlaşılır ve derhal karşı önlem alınırdı.
Türkler bu yönetimi Kanuni Sultan Süleymanın Rodos kuşatması sırasında bulmuşlar ve uygulamışlardır.
XVII yüzyılda da davul içine darı ve büğday koymak suretiyle düşman lağımları araştırılmıştır. 1657de Kazakların Özü kalesini kuşattıklarında, kalede bulunan Evliya Çelebi “Lakin onların lağım hilelerinden havf edüb kalanın içinde, divanlarında lağım yerleri arayup, kala divanları üzerine davullar koyup, davulların içine darı ve buğday döküp lağım hilesi gözetirdik. Küffar kala temelinü kazıp lağım ederse, davullar üzere darılar lağımcıların külüngü darbesinden sıçraşırlar, hamdullah öyle bir lağım hilesi duyulmadı” diyor.
Tarihin ilk çağlarından beri Asyada Hunlar, Mezarotamyada Sümerliler tarafından kullanıldığı anlaşılan davulları, Romalılar çarpıştıkları Hun ve Avarlarda görmüşlerdi. Avrupaya geçerek tanıtılıp yerleşmesini sağlayan ise XVI yüzyılda Osmanlı Türkleri olmuştur. Türk ordu mızıkasının baş sazı olan davul Avrupada “Turkische trommel” ve “tambour des Turcs” diye anılmaya başlamıştı. Osmanlı mehterhanesinden örnek alınarak Avrupada kurulan takımlardan, sanat musikisine de geçmişti. Bestesi Gluck, Mekke hacıları Operasında 1764 yıllarında davula yer vererek eserin içinde zille birlikte icra ettirmişti. Yakin Doğu memleketlerinde de daul, türklerden kalmalığını ismi ile birlikte sakladı: 1809da davula Mısırda “tabl Tourky” (tabl-ı Türki) libyada "toultanen Dourgnı (tabl-ı sultan-i Türki)" deniyordu. 1778–dan 1854e kadar geçen sürede, Villoteau, Mozin, Boistse ve başkanları tarafından davulların Türkmen kökenli olduğu iyice belirtilmiştir. Spontini La Vesatane (1807) ve Fernan
da Cortes (1809) operalarında kullanıldıktan sonra davula orkestrada da yer verildi. Bethoven, savaş senfonisinde (1813) davula top gürültülerini canlandırtdı. Berlioz, Faustdakı Macar Marşında, Rossini ile Vagner de operlarında davul kullandılar.
Zilin tarihçesi
Zil, en eski Asya Türkçesinde; çeng,çang kibi adlar taşırdı. Zile sanç ve zenç de denirdi. Zil çalanlarla zilci, zençci ve zilzen gibi adlar verilmiştir. Ziller, bakır ve kalay karışımından yapılır.
Zillerin kenarları tam birer daire şeklindedir. Diş tarafları kenarlarından ortaya doğru kabarıklaşır, iç tarafı yayvan bir kaba benzer. Kalınlığı birkaç milimetre kadardır. Zilin ortası deliktir, bir delikten zilleri elle tutmağa yarayacak bağlar geçirilir ve zilin iç tarafında dügümlenir.
Ziller çift olarak kullanılır. Sağ elde ve sol elde birer tane bulundurularak ikisinin karşı karşıya çarpılıp ayrılmasından özel bir tınlama elde edilir. Zil sazı ilk olarak çeng adıyla, Kaşqarlı ilk Mahmutun XI yüzyılda yazmış olduğu Divan-ı Lüğat-it Türkte geçer. Çeng ve ceng olarak Osmanlı metinlerinde, XVI yüzyıldan sonra sık sık rastlanır. Böylece Türk musikisinde 1000 yıla yaklaşan eskiliği belirtilmiş oluyor.
Türk ordusunun Avrupaya akınları sırasında, zili mehterhaneden örnek almış olan Avrupalılar, 1740ta kendi çalgı takımlarında kullanarak sanat musikisnde yer vermişlerdi. Bestesi Gluck tarafından yazılan (MekkeHacıları Operasında) 1764te davulla birlikte zil de kullanılmıştır. Daha önce Alman din bilgini F.A.Lampe, 1703te yayınladığı 450 sayfalık bir kitapta çalğının eski zamanlarda kullanılışını anlatmış bu konuda sonradan derlediği bilgileri 1715te ikinci bir kitapta yayınlamıştır. Yüzyıl kadar sonra Berliöz, küçük çaplı zilleri Truvalılar ve Romeo ile Jüliet eserinde kullanılmıştır. Gounod ile Saint Saens gibi başka Fransız bestecileri de zile ayrıca önemli yer vermişlerdir. Diger bir adıyla çampara denilen ve Avrupa adıyla da (cumbales Turgues) adını taşıyan bu ünlü zillerin en iyisi bugün de Türkiyede yapılmakta ve dış ülkelere Istambuldan ihrac edilmektedir.
3 Ocak 1956da, Genelkurmay Başkanlığından 3 kişilik bir bando heyeti, Ingiltere Kraliyet Muhafiz Tugayında, kısa devreli bir eğitim ve incelemelerde bulunmak üzere Londraya gönderilmişti. Adı geçen heyet Milli Savunma Bakanlığının 23 Kasım 1955 tarihli onayı .gereğinçe, Kraliyet Muhafiz Tuqayına hediye edilmek üzüre dünyaca tanınmış Türk yapımı iki çift bando zilini alarak beraberinde Londraya götürmüşlerdi. Götürülen zillerin üzürine “Türk Silahlı Kuvvetlerinden Ingiltere Kraliyyet Muhafiz Tugayına” diye yazılmıştı. Bundan çok duygulanan Tuqay Bandoları Kıdemli Şefliği, heyetin Ankaraya dönüşlerinde üzerinde kraliyet arması taşıyan deniz piyadesine ait bir trampeti hediye etmişlerdi.
Tanzimattan Cumhuriyet devrine ulaşmış olan ordu, boru ve trampet takımlarında seslendirilmekte olan, daha çok Fransız repertuarından alınmış boru ezgileri, bugün için yetersiz ve monoton görülmüş olduğundan, Genelkurmay Başkanlığında görevli bulunan Teknik Mızıka Öğretmeni Fethi Sazçalan tarafından boru ve trampet takımlarında uygulanmak üzere bestelenen marşlarda, davul ve zile yer verilmiştir. Adı geçenin teklifi üzerine Genelkurmay Başkanlığının 5 Temmuz 1955 tarihli emirleriyle, Silahlı Kuvvetlerin boru və trampet takımlarına davul ve zil konulması, böylece bu takımların daha zengin ve uyumlu hale gelmeleri sağlanmıştır.
Günümüzde de askeri bandolarımız ve boru trampet takımlarımızda davul, trampet ve zilin önemi çok büyüktür. Bu çalgılar geçmiş zamandakı bestecilerin eserlerinde kullandığı gibi günümüzde de kullanılıp, eserlerin akıcılığını ve görkemli olmasını sağlamaktadır.
Trampetin tarihçesi
Trampet, geniş kenarlı bir kasnağın iki yüzüne birer deri gerilmesinden meydana gelen tahta veya madeni gövdeli olup davulun küçültülmüş bir şeklinden ortaya çıkarılmış bir çeşit çalğı aletidir. Alt derisi üzerinde gerilmiş bir titreme kirişi ile vidalanmış olan trampetin üst derisine sift bagetle vurulmak suretiyle özel ayağı uzerinde veya bir kayışta boyuna asılı olarak çalınır.
Önceleri iplere gerili olan trampet, XIX yüzyılda kelebekli demir çubuklara vidalanarak derilerin daha iyi gerilmesi sağlanmıştır. Bağırsaktan olan kireşlerin üzerine de zamanla ince gümüş teller sarıldı.
Trampetin ilk defa “Ehlisalip Muharebeleri” sırasında Avrupaya sokulduğu anlaşılmaktadır. Böylece trampet, daha çok ordu birliklerinin sevki idaresinde kullanılan tek ritm sazdır. Aynı zamanda kuşlada geceleri verilen işaretlerin, borudan çok trampetlerce seslendirilmesi, daha etkili olmakta idi.
Trampet, daha sonraları orkestraya da geçti. Siponitini adındakı Fransız besteci, 1807de trampeti Paris operasına sokulmuştur.
Klasik batı müziğındeki ünlü örnekleri: Rossininin “Hırsız Saksağan Operası”, Auberin “Fra Diavola Operası”, Borodin, Ravel ve Stranvinskynin eserlerinde geçmektedir.
Trampet, Türk ordu mızıkası olan mehterhaneler yanında 1820de Fransadan örnek alınarak, yeni asker kıtalarının yürüyüş düzenini sağlamak üzere tambur-majör adıyla Osmanlı ordusunda da yer almış ve böylece boru trampet takımını oluşturmuştur. Öbür adalarıyla militer trommel, klain trommel, trombour, caisse roulante, snare drum ve side drum adını taşıyan bu müzik aleti, Türklerde halk diliyle veya trampet olarak adlandırılmıştır. Bugün ordunun yürüyüş beraberliğini sağlamakta en iyi yeri olan bir ritm sazdır.
KAYNAKÇA
1. ÜNGÖR, Ethem; Türk Marşları, 1965.
2. SAY, Ahmet; Müzik Ansiklopedisi, 1985.
p align>
|